top of page

OLUR DA BİR GÜN 1. Bölüm

Hayriye Başkan

Buart Sanat Atölyesi

Hayatta kalmanın ne çok yolu ve çaresi vardı. Ne çok yalanı. Aynı zamanda da ne çok doğrusu… Yanındaki iki erkek çocuğu dikkatimi çekmişti.

Saçları özenle taranmış, yine aynı özenle giydirilmiş çocuklardan biri beş, diğeri sekiz yaşlarında olmalıydı. Küçük olanın elinden tutmuş yürürlerken, onlara bir şeyler anlatıyor, diğer eliyle de karşı kıyıyı gösteriyordu. Kumral saçları, gevşek bir topuzla arkadan toplanmış, beyaz gömleğinin kollarını, ince bileklerini ortaya çıkaracak kadar katlamıştı. Gömleğin yakası hafifçe yukarı kaldırılmış olsa da, boynunun bir kuğu kadar zarif uzunluğunu gizleyemiyordu. Haki renkli şortunun açıkta bıraktığı ince düzgün bacaklarının güneşten bronzlaşmış hali, yaşına aykırı bir dirilik katmıştı.

O an, bir adım daha atmaya gücü kalmayan bedenimi, yakınımda duran banklardan birine bıraktım. Nefesim sıklaşmıştı. Tanınmak endişesiyle şapkamı güneş gözlüklerimin üzerine indirirken, aniden arkasına döndü. Beni gördü. İnce yüz hatlarını kaplayan büyük siyah güneş gözlüklerini hafifçe alnına doğru kaldırdı. Bakışlarımı ondan uzaklaştırmaya çalıştımsa da başaramadım. İzlendiğini hissetmişti. Bal rengi gözleri, kısacık bir an gözlerime değdi. O saniye sanki bir ışıltı geçti gözbebeklerinden. Ya da ben öyle hissettim. Ve yeniden gözlüğünü gözlerine indirip, bıraktığı ana geri döndü. Çocukların elinden tutup yürümeye devam etti.

Kalbimin sesi kulaklarımda patlarken, banktan kalktım, titreyen bacaklarımı kontrol etmeye çalışarak onların ardından yürümeye başladım. Marinaya doğru gidiyorlardı. Göz alıcı, büyük teknelerin bağlı olduğu yere geldiler. Demir parmaklıklı kapıdaki görevli onları görünce kapıyı açtı. Yalnızca tekne sahiplerinin girebildiği özel bölüme geçip, oldukça heybetli teknelerden birinin önüne geldiler. Limana uzatılmış ahşap iskelede onları karşılayan görevlinin yardımıyla tekneye bindiler. Bakıcı olduğunu tahmin ettiğim beyaz kıyafetler içindeki siyahi bir kadın, ellerini önünde birleştirmiş, saygıyla onları beklerken, iki çocuğa sevgiyle bakıyordu. Aralarında kısa bir konuşma geçti ve içeri girip gözden kayboldular.

Üç katlı yatın orta katında sekiz- on kişinin rahatlıkla yemek yiyebileceği şık bir yemek masası, onun hemen arkasında ise bej renkli geniş koltuk takımları görünüyordu. Alışılmışın dışında bir zenginliğin yansımasıydı görünenler.

Gördüklerim karşısında yaşadığım şaşkınlıktan, demir bölmenin arkasındaki görevlinin

‘’Birine mi bakmıştınız, yardımcı olmamı ister misiniz’’ diyen sesiyle irkildim..

‘’Hayır, teşekkür ederim’’ diyerek oradan hızla uzaklaştım. Beynimin içi uğulduyordu. Onu gördüğüm anda göğüs kafesimden fırlayacakmış gibi çarpan kalbim, uzunca bir süre yürüdükten sonra sakinleşti. Ayaklarım beni farkında olmadan Nejat’ın yerine getirmişti. Akşam için masaları hazırlayan garsonlara direktifler veren Nejat, beni görünce elindeki bardakları önündeki masaya bırakıp yanıma geldi.

‘’Hayırdır oğlum ne bu halin? Dağılmışsın’’ diye seslendi.

Cevap vermeden bahçenin girişindeki ilk masaya oturdum. Durumumun hiç de normal olmadığını gören arkadaşım, yanıma geldi sandalyelerden birini çekip karşıma oturdu.

‘’Lan oğlum ne oldu, ne bu hal, kötü bir haber mi aldın? Meraktan çatlatma insanı, anlat ulan susma’’ derken endişeyle gözlerimin içine bakıyordu.

Başımı denize çevirdim. Ufukta batmakta olan güneş birkaç saniye içinde denizle aynı seviyeye gelip bir anda yok oldu. Hayatıma benzettim bu ani kayboluşu. Bir zamanlar birden bire –hiçliğin- içine düşen hayatıma…

Ne kadar süre o halde kaldığımı hatırlamıyorum. Hava kararmıştı.

O ilk dakikalarda konuşursam sesimin titremesine mani olamayacağımı biliyordum. Konuşamayacağımı anlayan Nejat, bir süre sonra oturduğu sandalyeden kalkmış, masaya Ege’nin taze otlarıyla yapılmış mezeleriyle, çok sevdiğimi bildiği rokalı domates salatasını ve kızarmış ekmekleri koymuştu. Bardaklarımıza doldurduğu duble rakıyı buzla tamamlayıp, birini bana uzattı. Endişeyle ve kaçamak bakışlarla yüzüme bakarken, merakı dinmemişti ama beklemeyi tercih etmişti. Anlatacaktım biliyordu. Birbirimizden neyi saklamıştık ki bugüne kadar?

Elimdeki rakının yarısını bir yudumda içtiğimi görünce;

‘’Hop hop hoop oğlum dur! Acelen ne? Gece yeni başlıyor, yavaş ol aslanım’’ diye çıkıştı. Onun bu tavırlarına aşinaydım. Benden sadece iki yaş büyük olmasına rağmen, lise yıllarımızdan kalma alışkanlıkla, ağabeylik yapmaktan hiç vazgeçmemişti. Gülümsedim. Bakışlarımdaki dostluğu gördüğünden şüphem yoktu.

Yıllar önce mesleği bırakıp bu kasabaya geldiğimde, ilk onun kapısını çalmıştım.

O ise, buraya yerleşmeye karar verdiğinde ellilerindeydi. İstanbul’un en tanınmış mimarlarındandı ve mesleğinden iyi para kazanmıştı. Bir gün ani bir kararla kendini emekli edip, buraya yerleşmiş, mimari zevkine yakışır bu mekanı açmıştı. Popülerliği burada da devam ediyordu.

O günlerde onun yeni hayatını gördükçe, benim de hastanedeki karmaşadan kurtulma özlemim git gide arttı. Beş ameliyat yaptığım bir gün, hastalarımdan birini ameliyat masasında kaybettim. Ekibimin ya da benim hatam değildi bu, biliyordum ama o an artık çok yorulduğumu ve mücadele etmenin anlamsızlığını tüm çıplaklığıyla gördüm. Bu işi bırakacaktım. Buna karar verdiğimde, buraya gelme fikri, planıma çoktan dahil olmuştu.

Nejat, kardeş sıcaklığıyla beni karşılamış, kapısını açmıştı. O zamanlar küçük bir kasaba olan bu yere alışmama, çevre edinmeme ve babamın;

‘’Tıbbiyeye gideceksin, müzisyenlik de neymiş kırdırtma kafanı!’’ tehditlerine karşı çıkamadığım için, okul yıllarından sadece anısı kalan müzisyenliğe yeniden başlamama vesile olan da oydu. Onun sayesinde şu anki grubumu kurmuş, gençlik hayalimi gerçekleştirmiştim. Bir zamanlar lise orkestrasını da onun önderliğinde kurmuştuk. Okulun en popüler gençleriydik o zamanlar. Nejat grubun en büyüğü, aynı zamanda da akıl hocasıydı. Liseler arası müzik yarışmalarında dört yıl boyunca aldığımız birinciliklerde onun çalışkanlığı, disiplini ile üzerimizde kurduğu tatlı sert otoritenin payı büyüktü. Bizim sırdaşımız, abimiz, babamızdı. Bizden önce mezun olup fakülteye gittiğinde, öksüz kalan çocuklar gibi olmuştuk. O olmayınca, okulun, orkestranın hiçbir ahengi, neşesi kalmamıştı. Onsuz başlayan ilk dönemde, sık sık okulu asıp içmeye gidiyorduk. Bazen de anastra oynamaya kahveye… Nasıl olduysa birileri ona haberi uçurmuş. Serserilik yaptığımızı, orkestrayı ve dersleri astığımızı duyunca, nerede olacağımız konusunda hiç tereddüt etmeden, soluğu müdavimi olduğumuz o meyhanede almıştı. Masaya henüz oturmuş siparişleri veriyorduk ki, iri bedeni ile kapıda belirip ‘’öğlen saati ne işiniz var burada piç kuruları! Neden okulda değilsiniz’’ diye gürleyerek enselemişti bizi. Suçüstü yakalanan ergenler gibi kalakalmıştık. O gün yediğimiz hayli yakıcı bir fırçadan sonra derslere daha sıkı sarılmış, orkestra çalışmalarımızı da hiç aksatmamıştık.

‘’Üniversite sınavını kazanın da sonra ne bok yerseniz yiyin’’ diyen sesini sonraki iki yıl, sınava girinceye kadar hiç unutmadım. Sınavı kazandığım haberini ise ilk onunla paylaştım. Çok sevinmişti… Telefondaki sesinden mutluluğunu ve gururunu hissedebilmiştim… Evet sevincine yansıyan bir gurur vardı sesinde… Haklı bir gururdu onunki elbette, ağabeylik yapmıştı nihayetinde…

Geçmişin izlerinin de etkisiyle, minnetle yüzüne baktım, geride bıraktığımız yıllar içinde kırlaşan saçlarına, gülünce küçülen mavi gözlerinin etrafında beliren çizgilere…

‘’İyi geldi abi be, o yudumu almasam kendime gelemezdim’’ dedim. Başıyla onayladı. Elini omzuma attı.

‘’Derdin ne eşşek sıpası?’’ Anlatacak mısın?

Anlatacaktım elbet. Unuttuğumu sandığım, yıllardır kelimelere dökemediğim o yarayı, yeniden kanamaya başlasa da anlatacaktım.

‘’Uzun hikaye abi be ’’ diyerek söze girdim.

‘’Fakültedeki yıllarımda hayatımın altını üstüne getiren olaylar sonrasında nasıl savrulduğumu, derslere – sınavlara girmediğim için, okulu iki yıl gecikmeli bitirdiğimi yakınımda olan arkadaşlarım bilir. Seninle o dönem kopmuştuk, o yüzden bilmiyorsun. İçimde yaşadıklarımı da bugüne kadar kimseyle paylaşmadım zaten. Anlatırsam, yaşadığım olayların ağırlığı, acısı hafifleyecek diye korktum belki de kim bilir. Anlatarak, onu ve yaşattıklarını sıradanlaştırmak endişesiydi belki de bu.’’

İlgiyle beni dinliyordu.

‘’Şimdi sana bir Leyla ile Mecnun hikayesi anlatacağım sıkı dur! Bardaklarımızdan da rakıyı eksik etme’’ dedim gülerek. Görmesini istemediğim iç sızımı, bu sözlerimle gölgelemek istemiştim. Dürüstçe söylemek gerekirse, içimde yeniden yanmaya başlayan o ateşten kendimi korumaktı asıl amacım.

‘’Aynı sınıftaydık… Öyle ufak tefekti ki, ilk üç ay varlığından haberim bile olmadı. Ta ki yeni oluşturulan okul orkestrasını oluşturmaya başladığımız güne kadar… Seçmelerin yapılacağı gün, okulun gösteri salonunda toplanmıştık. Öğrenciler, çaldıkları enstrümanlar veya söyledikleri şarkılarla yeteneklerini gösteriyorlardı. Benden sonra sahneye geldi, küçücük bedeninden o muhteşem sesin çıkacağını kimse tahmin edememişti. Salonda yirmi- otuz kadar öğrenci ve rehber öğretmenlerimizden bir kaçı vardı. Büyülenmiştik. Ayrıca çok da güzeldi. Kumral saçları, incecik zayıf yüzü, bal rengi gözleriyle ilk anda dikkati çekmese de baktıkça güzelliği fark edilenlerdendi.

Günün sonunda hocalarımız seçmeleri tamamlayıp isimleri belirlediler. Listede ben de vardım. Orkestrada olmaktan çok, onunla olacağıma sevinmiştim. Ona ilk günden vurulmuştum anlayacağın.

Başlarda dikkatini çekmekte zorlansam da, kısa bir süre sonra arkadaşlığımızı ilerlettik. Duygularım karşılıksız kalmadı. O da beni seviyordu. Sırılsıklam aşık olmuştuk.

Köklü ve zengin bir ailesi vardı. Evin tek kızıydı. Bizimkilerin de durumu iyiydi bilirsin ama onlar kadar değildi. Beraberliğimizi duyunca karşı çıktılar. O ise ailesine rağmen benden ve aşkımızdan vazgeçmedi. Üzerimizdeki baskılara dayanamayıp, gizlice kendimize bir ev tuttuk. Ailesine, hafta sonları ve nöbet sonrası arkadaşında kalacağını söyleyerek bana geliyordu. Babası bir süre sonra durumu anladı. Kızını vazgeçiremeyeceğini anlamıştı. Bir gün babasıyla aralarında geçen büyük bir kavganın sonunda, evini tamamen terk etti. Artık sadece hafta sonları değil, sürekli beraberdik.

Mutluluktan ölebilirdik…

Bir sabah nöbetten çıkıp eve geldim. O gece acilde çok zor bir nöbet geçirmiştim. Tek isteğim hemen yatağıma girmek ve onun sıcacık vücuduna sarılarak akşama kadar uyumaktı. Bunca yorgunluğuma rağmen sevişebilirdik de… Neden olmasın diye düşünerek anahtarı çevirdim. Parmak uçlarıma basarak sessizce içeri girdim. Yatak odasına yöneldim. Yatağın örtüsü açılmamıştı. İçime bir kurt düştü. Panikle, banyoya, diğer odalara, mutfağa koştum. Yoktu… Sakin olmam gerektiğini sürekli kendime telkin ediyordum. Şimdiki gibi cep telefonu yok ki arayayım. Evden çıktım. Ailesinin Bebek’teki yalısının önüne geldim. Evde hiçbir hareket yoktu. Ne giren ne çıkan… Akşam hava kararmak üzere ordan ayrıldım. O günden sonra ondan tek bir haber alamadım. Hastaneye de gelmiyordu. Hocalarımdan öğrenmeye çalıştım, büyük bir sırrı saklar gibi susuyorlar ve bilmediklerini söylüyorlardı. Demiştim ya aile köklü ve güçlü, nasıl bir emir aldılarsa konuşmaktan kaçınıyorlardı. Aradan geçen üç ayın sonunda ailesinin onu Amerika’ya gönderdiğini öğrendim. Ümidim kesilince, ağır bir depresyona girdim. Okulum ve geleceğim artık beni hiç ilgilendirmiyordu. Herkesle her şeyle ilişkimi kestim. Kendimi alkole verdim. İçmeye sabahtan başlıyordum.

Oğullarının yavaş yavaş ellerinden kaydığını gören ailemin, duruma el koymasıyla da uzunca bir zaman alkol tedavisi gördüm. Bir süre sonra, yarım bıraktığım tahsilime devam edecek kadar iyileşmiştim. Adına iyileşmek denirse tabi. İki sene sonra uzmanlık sınavını kazandım. Yaşadığım acıların üstesinden çok çalışarak gelecektim bu kez. Onca olaydan sonra bu kadar ağır bölümü, Nöroşirürji’ yi nasıl kazandığım sorusunun cevabı ise henüz bende yok. Hırs mı öfke mi, kendini kanıtlamak mı her neyse artık… Belki de ünlü bir beyin cerrahı olmak, ailesine ve ona adımı duyurmaktı fantezim.

Şimdi sana samimi bir itirafta daha bulunayım mı; Bizi ayıran adamın-babasının, bir gün bana, sadece bana ameliyat olmak isteyeceği bir hastalığa yakalanmasını bile istedim. Etik mi değil mi umurumda değildi. Evet yıllarca istedim bunu. Gerçekleşti mi? Hayır tabi ki.

Anlattıklarımı nerdeyse nefes almadan dinleyen Nejat, son cümleme kahkahalarla gülmeye başladı.

‘’Ulan bu nasıl bir hekimlik, bir de yemin edip mesleğe başlıyorsunuz. Ama o pezevenk de hak etmiş bana kalırsa.’’ derken hala gülüyordu.

Sonra birden ‘’kız niye aramamış seni oğlum?’’ diye sordu. Yıllardır kendi kendime sorduğum, cevabını bulamadığım soruyu şimdi o bana soruyordu.

‘’Amerika’lı bir armatörle evlenmiş, vatandaşlık almış, ailesiyle de yıllarca görüşmemiş. Bunları da seneler sonra bir gazete haberinde okudum. Kocası dünyaca ünlü bir adam. Bir de kızları olmuş. O haberde fotoğrafları vardı üçünün.

‘’Bugünkü halin neydi peki? Onunla yaşadıklarını anlattığına göre, akşamki durumun da onunla alakalı olmalı’’ dedi.

Cevaplamaya, yıllar sonra bugün, onu gördüğümü söylemeye hazırlanırken kalabalık bir grup restorandan içeri girdi. Müşterilerin bahçeye girdiğini gören Nejat yerinden kalktı.

‘’Bu gelenler ağır misafirler, bir hoş geldin deyip dönüyorum. Ayrıca bu gece onlara küçük bir müzik ziyafeti sunmanı da isteyebilirim, hatırım için izin gününde de çalarsın herhalde’’ diyerek iki adımda kapıya ulaştı. Gruptan hemen hepsiyle oldukça samimiydi. Belli ki yakın arkadaştılar ve uzunca süredir görüşmemişlerdi.

O anda ‘’Nejat canııım’’ diyen sesle irkildim. Sesi tanıyordum. Uzaklarda çok uzaklarda kalan o sesi.

Heyecanla döndüm.

Ülkü! Seni gördüğüme inanamıyorum! Ne zaman geldin, neden haber vermedin’’ diyerek incecik bedeni hasretle kucaklayan arkadaşımı gördüm.

O anda Nejat’a sarılmış o vücuda ait bir çift bal rengi göz bana bakıyordu…

Tanışıyorlardı, hem de çok yakından. Karşılaşmalarının sıcaklığı, aralarındaki samimiyeti gösteriyordu. En yakın arkadaşım, hayatımın bir dönemini yerle bir eden kadınla kucaklaşmış, karşımda duruyorlardı ve ben adeta felç olmuş bir halde onlara bakıyordum.

Nejat’a sarılmış olan Ülkü’nün yüzünün rengi sarardı. Tanımıştı… Bir süre öylece kalakaldık. Sonra benden uzaklaştırmaya çalıştığı bakışları birini arar gibi oldu. Elini, az ilerisinde duran uzun boylu, saçları hafif kırlaşmış altmış- altmış beş yaşlarında bir adama uzattı. Ona uzatılan eli sevgiyle tutan kocasıydı büyük olasılıkla. Gazetede seneler önce gördüğüm adamdı ama yaşlanmıştı haliyle. Ülkü’deki tuhaflığı fark etmiş olacak ki eğilip ona bir şeyler söyledi. Onlara yakın bir yerde oturmama rağmen ne konuştukları duyulmuyordu. O, bir şeyim yok anlamında başını iki yana salladı. Grup yavaş adımlarla Nejat’ın onlar için rezerve ettiği, sahnenin önündeki büyük masaya doğru neşeyle sohbet ederek ilerledi.

Onu, gözlerimi bir saniye olsun ayırmadan izliyordum… Her adımını… Tedirgin yürürken omzundan dalgalar halinde inen saçlarını tutup arkaya atışını… Kokusu geldi bir an burnuma. Parfümü değildi bu. Ona sarıldığımda beni sarhoş eden, bir zamanlar terk ettiği evimizden aylarca gitmeyen kokuydu bu…

Buna rağmen, gündüz yaşadığım ilk şoka göre bu daha yönetilebilir bir durumdu bu benim için. Yine de Nejat’la arkadaş olmalarının yarattığı şaşkınlık ve heyecan öyle hızla baş edilecek bir şey değildi. Yerimden kalktım. Tuvaletlerin olduğu yöne doğru giderken, bulundukları tarafa bakmamaya çalıştım. Musluktan akan serin suyla defalarca yüzümü yıkadım. Çıktığımda grup kadehlerini kaldırıyordu… Sağlığa ve sevgiye diyerek…

Masama geldim. Tabaklardaki mezelere ve salataya hiç dokunmamıştım. Tek bir lokma alacak durumda değildim. Ama içebilirdim. Kadehime kallavi bir rakı koydum. Bu gece, rüzgarda cılız bir dal gibi savrulan hayatıma, terk edilişime ve anılara içecektim.

Biraz sonra orkestra sahnedeki yerini aldı. İzin kullandığım akşamlarda Nejat bu grubu çıkarırdı. Hafif bir yemek müziğiyle başladılar. Sonra yavaş yavaş seksenlerin nağmeleri yükselmeye başladı. Her şarkıyla unuttuğumu sandığım bir anı canlanıyordu. Birlikte amatörce sahneye çıktığımızda, birbirimize aşkla bakarak söylediğimiz sonra da yıllarca dillendiremediğim şarkılar, şimdi aynı havayı soluduğumuz bu bahçede o şarkılar sanki bizim için çalınıyor ve söyleniyordu. Gözlerimin onu olduğu yöne bakmasını engellemeye çalışıyordum, ama başaramıyordum. Yüzünü görmek zordu, arkası dönüktü. Başını hafifçe sağa sola sallayarak şarkılara eşlik ediyordu.

Anılara dalmış, şarkılara mırıltıyla eşlik ederken, Nejat’ın sesiyle o ana döndüm. Mikrofonu kapmış, beni sahneye davet ediyordu.

‘’Hay senin amına koyayım Nejat’’ diyerek yerimden kalktım. Masadan uzaklaşmadan kadehimdeki rakıyı tek yudumda içtim ve omuzlarımı dikleştirip sahneye doğru yürüdüm. Tüm masalar dolmuştu. Buranın müdavimleri sahnemi bildiklerinden coşkuyla ve sevinçle alkışlamaya başladılar.

Bir yandan Nejat’a kızarken bir yandan da hoşuma gittiğini itiraf etmeliydim. Şarkılarımı söylerken yüzünün halini görmeyi çok istiyordum.

Gitarist gitarını bırakıp biraz da bu durumdan memnun bara gitti. Şarkılar kendiliğinden dökülmeye başladı gitarımdan ve dilimden…

Billy Ocean- Suddenly/ Lionel Richie – Hello / Sezen Aksu- Geri Dön- Dört Günlük Bir Şey…

Birlikte söylediğimiz şarkılardı hepsi.

Yüzünü çok net görebiliyordum şimdi. Kollarını masaya dayamış, ellerini çenesinin altında birleştirmiş, hüzünle eşlik ediyordu hepsine. Ağlıyor muydu?…

O anda masada bir hareketlenme oldu. Ona şarkı söyletmeye çalışan arkadaşları, itirazlarını görmezden gelip, kollarından tutup adeta sahneye attılar. Beklemediğim bu durumda ne yapacağımı bilemedim. Başımla hoş geldiniz dedim. Mikrofonu uzattım. Yaprak gibi titriyordu. Gitarımın tellerinden dökülmeye başlayan melodiyi planlamamıştım. Parmaklarım kendiliğinden çalmaya başladı.

Steve Wonder-I Just Call To Say; I love you…

Bana bakmadan söylemeye başladı. O ses, o muhteşem ses bahçeyi aşıp, denizin üzerindeki yakamozlara çarpıp geri döndü. Bedenim dinsel bir törende, tanrıyla bütünleşen bir inançlının ahengiyle sallanıyordu. O ise heyecanını atmış, kendini tamamen duygularına ve müziğin ritmine bırakmıştı. Anılar yılların içinden ikimize elini uzatıyordu.

O an yatak odamızdaydık… Sevişiyorduk. Bedenlerimizin en kuytusunu bilerek ve hissederek…

‘’From the bottom of my heart/ From the bottom of my heart…

Şarkıyı bitirdiğimizde ilk kez bana döndü. Gözlerinden süzülen yaşlardan gömleği sırılsıklam olmuştu…

Masalarda oturanlar, ısrarlı alkışlarıyla devam etmemizi istiyorlardı. Ama ne o ne ben devam edecek durumdaydık. Mikrofonu bana uzattı. Yüzünden duygularını anlamam zordu. Sonra sahnenin önünde onu gururla bekleyen kocasına doğru yürüdü…

3 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page