top of page

MERMER

Müge Ceyhan

Buart Sanat Atölyesi

Koltuktan aşağı sallanan henüz yedi yaşındaki ayaklarım ve salonun ortasındaki mermer sehpaya dikilmiş, buğulanmış gözlerimle içeriden, kapalı, ahşap salon kapısının ardından gelen sesleri görüyor, ağlayan renkleri duyuyordum. Bitmek bilmeyen haykırışlar arasında bir aralık bulup kapının buzlu küçük camından babaannemin İsa’nın çarmıhta asılı bedenini gören Meryem gibi yanındakilerin kollarına yığılmış, hayat arkadaşına ağladığını görmüştüm. O küçük pencereden gördüğüm puslu sahne canımı yakmıştı.

Mermer soğuktur, parmak uçlarını üşütür insanın.

Eve ilk girişimdi. Tüm yerlerin simsiyah mermerle kaplı olduğunu görüp irkilmiştim. Ne yazık ki her şey için çok geçti. Artık burada yaşayacaktık. Son yıllarda alışkanlık haline getirdiğim susarak onaylamayı tercih ettim. Yaşamım kontrolden çıkmış, tehlikeli bir akışta ilerliyordu. Ve ben üzerime ölü toprağı serpilmişçesine hiçbir eylemde bulunmuyordum bu akışı durdurmak için. Hatta bazen tam tersine evde kendime küçük köşeler yaratmaya, onların güzelliklerini görmeye çalışıp içimdeki küçük çocuğa sevdirmeye, beğendirmeye uğraşıyordum. Olmuyordu. Akşam olunca içime çöken kasvet sabaha kadar örümcek ağlarıyla doluyor ve ben her sabah uyanır uyanmaz ilk iş onları temizlemeye çalışıyordum.

Elindeki viski bardağını masaya koydu sonunda. Kim bilir kaçıncı kadehiydi… Ağzımda çiğnemekten yorulduğum eti yutmayı bir türlü beceremiyordum. Yüzüne bakarsam yine bana bir şeyler söyler, yine bir eksik, bir kusur arar da toplamakta zorlandığım tüm özgüven parçalarımı şu simsiyah soğuk mermerlere döküp saçar diye gözlerim tabağımla kırılgan şarap kadehim arasında gidip geliyordu. Ayakkabılarım ayaklarımı sıkıyordu. Fark ettirmeden topuklarımı dışarı çıkarmıştım. Bir insanın kendi evinde, en özgür alanının içinde niçin ayakkabıyla gezdiğini hiç anlamazdım. Fakat her daim bakımlı görünmek güçlü görünmekle aynı anlama geliyordu onun gözünde. Sıkça duymaya başladığım bu söz son zamanlarda aldığım ufak tefek kilolarıma da bir ima atışıydı. Mesajı aldım elbet. Direkt konuşma cümleleri bizim ilişkimizde yoktu. Bir iki denememin sonuçlarını cevapsızlıkla almıştım. Her şey dolambaçlı yollarla çözümlenirdi. “Hayatım sen biraz kilo mu aldın son zamanlarda?” ya da “spora mı başlasan tekrar, eski formunda değilsin sanki” değil de, “bizim İhsan’dan ( kendisi camiamızın plastik cerrahı olur) bir randevu al istersen, dönmüş Amerika’dan” şeklindedir genellikle. Zamanla öğrendim bu dili konuşanları anlamayı.

Sıkan sadece ayakkabılarım değildi. Bedenime yapışan, onu sardıkça saran, pahalı kumaşların bir araya gelip göz yakan cinsten bir şatafata sahip yıldönümü hediyesi şu elbise de… Sanki bilerek, bana ‘eski incelikte değilsin’ mesajı vermek için alınmış gibi. Birden her şey gözlerimi acıtacak kadar parlak göründü. Çatallar, kaşıklar, peçetelikler pırıl pırıl parlıyor, yüksek tavandan sarkan avize o parıltıyı daha da coşturuyordu. Kulağıma gelen uğultu derinlerdeki müzik sesi değil, karşımda durmadan iş hayatından bahseden nicedir yabancılaştığım bu adamın, eş olarak seçtiğim bu yüzeysel adamın sesiydi. Başım dönüyor, ağzımdaki lokma büyüdükçe büyüyor, yutamadıkça onu, daha fazla şarap içiyordum. Çıplak ayaklarımı mermerin soğuk yüzeyine bastırdım. Biraz olsun gerçeklikle bağlantı kurarım umudu taşıyordum hala. Lakin mermer bana hiç dost olmamıştı ki… “Afedersin” diyerek sofradan kalktım. O sırada çalan telefonuna bakmakla meşgul olduğu için dikkati bana değil rehberindeki kodamanlardan birine yönelmişti neyse ki. Tuvalete gidip kapıyı kapattım. Yüzüme defalarca çarptığım soğuk su biraz olsun kendime getirmişti beni. Aynaya baktım ve tekrar… Makyajımla birlikte her şeyi temizlesin umuduyla ardı ardına yüzüme çarpmaya devam ettim suları. Şu waterproof makyaj malzemeleri… akmıyordu. Akmaz tabii! Yoksa milyonlar harcanan o plajlarda, tekne tatillerinde bu kadar bakımlı nasıl görünürdü kadınlar?? Ben de onlardan biriyim. Spor yapmak yerine bıçak altına yatan, bir sokak arası kafesinde kitabını açıp okumak yerine elindeki süslü alış veriş torbalarıyla plaza altlarındaki pahalı mağazaların içinde vakit öldüren hatta katleden, yalın ayak, üzerinde solmuş yazlık tişörtle arkadaşlarıyla sahil meyhanesinde akşam üstü rakısını içmek yerine, tekneyle yanaşılan boğaz manzaralı

restoranların steril masalarında borsa konuşan göbekli adamlarla yaşlarımı eskiten benim! Ben böyle değildim. Ne zaman, hangi ara şekil değiştirmişti hayatım? Neyi görememiştim ya da neye kanmış, kendimi neye inandırmıştım? Nasıl bir illüzyonun içine düşmüştüm?

Yatakta dönüp duruyor ama bir türlü uykuyu yakalayamıyordum. Tam kuyruğundan tutuyor gibi olurken kıvrak bir tilki gibi karanlık ormanın içine kaçıveriyordu. Kalktım. Merdivenleri sanki vücut ağırlığım yokmuşçasına sessizce indim. Evin bodrum katında, kilerin yanındaki depo olarak kullandığımız küçük odanın ışığını yaktım. O küçük odanın içi, tatil amaçlı havaalanına yetişme telaşında bir ailenin evden çıkıp, kapıyı çarptıktan sonra bıraktığı yoğun ve hüzünlü sessizlik gibiydi. Hala açılmamış bir ton koli vardı içeride. Kimisi üst üste, kimisi tek başına bir köşede… Hepsi de benim. Geçmişim… İçlerinden birini açtım. Eski bir koku geldi burnuma. Üzerimdeki kaygan sabahlığı çıkarıp bir kenara fırlattım. Kolinin içinden tesadüf bulduğum 4B çizim kalemini tepemde bir çırpıda topladığım saçlarıma tutturdum. Yere dizlerimin üstünde çöküp tek tek kolideki eşyaları, albümleri, defterleri, bir ara kendimce çizdiğim amatör karakalem desenlerimi… hepsini ilk kez görüyormuşçasına izledim, dokundum, temas ettim, kokladım.

Ne zamandır uyuşturulmaktan yorgun düşmüş hislerim can bulmaya, renk almaya başlamıştı sanki. Karşıma çıkan o fotoğraftan sonra yaşadığım son yedi yılı paramparça edip çöp konteynırına tıkmak üstüne de gazı döküp ateşe vermek istedim. O kadar anlamdan yoksun, o kadar derinlikten eksikti ki… O fotoğraf yüzüme bunları tek tek çarpmıştı o an. Sustuğum, kabullendiğim, hatta sevmeye, alışmaya çalıştığım için utandım kendimden.

İlkokula başladığım ilk gün. Okulun bahçe kapısının hemen önünde durmuşuz üçümüz. Bir yanımda dedem, diğer yanımda babaannem. Saçlarım iki yandan kuyruk, üzerlerinde beyaz kurdeleler fiyonk yapılmış, üzerimde mavi belinden kemerli önlüğüm, boynumda bembeyaz yakamla babaanne köfteleri yemekten şişmiş kanlı canlı yanaklarımla objektife bakıp gülüyorum kocaman. Fotoğrafı çeken kimdi hatırlamıyorum. Babaannem yine o sevdiği kızıl tonuna boyamış saçlarını, Eylül güneşinde parıldıyorlar, dedem gri ceket ve kumaş pantolonlu gayet şık. Gözyaşlarımı durduramıyordum. Karton kolinin başında iki büklüm olmuş, bir Budist gibi dizlerimin üzerinde eğilip eğilip kalkıyor, her doğruluşumda ciğerlerime nefes doldurmaya çalışıyordum . Dudaklarımı kenetlemiş içime haykırıyordum. Ne kadar sürdü bu ayin bilmem ama sonunda rahatlamıştım. Elimde hala tuttuğum fotoğraf biraz gözyaşlarım yüzünden ıslak biraz da sıkı sıkı tutmaktan kıvrılmıştı.

Adımı söyledi bir ses. Kafamı çevirdim aniden. Kalbim hızlanmıştı. Saniyesinde rahatladım kapının eşiğinde dikilen Neşe’yi gördüğümde.

“Ah… sen miydin Neşe, ödümü kopardın!” “İyi misiniz İpek Hanım?”

“İyiyim, merak etme… ben biraz… neyse işte uyuyamayınca daldım hatıraların içine.”

Merakla içeri girip karşıma çöküverdi bir anda. Çekingen ela gözleriyle “ben de bakabilir miyim?” diye sordu. “tabii ki” dedim. O gece sabaha kadar arkadaş oldu bana. Anlattım o dinledi, bir ara ben onun hikayesini dinledim. Ne zamandır aynı çatı altında yaşadığım bu tatlı genç kızın hayatını dinlemek iyi gelmişti ruhuma. Yalansızdı yaşamı. Olduğu gibiydi. Jelatinsiz, sadeydi işte.

Hava aydınlanıyordu. “Neşe” dedim, dikkatle baktı yüzüme. “Senden bir şey istesem yapar mısın? “ diye sordum. Sesim, isteğimin sıradan bir şey olmadığının sinyallerini veriyordu ve Neşe’nin bakışlarından bunu çoktan anladığını fark etmiştim. Cevap elbette olumluydu. “Tabii ki İpek Hanım, ne isterseniz” dedi hafifçe doğrularak yerinde.

Uçak Milas’a indiğinde ilkin Neşe’yi haberdar edip, gün ağarırken apar topar hazırladığı valizimi almak için bagaj bölümüne gittim. Hava ılıktı. Bir kot ceket rahat bir pantolon, alacakaranlıkta ne bulduysam üstüme geçirip hazırlanmıştım. Koca evde, iki kadın dört koldan sessiz bir telaş içinde toparlanıyorduk. Neşe canını dişine takmış bana yardım etmek için hevesle ve olabildiğince az soru sorarak evi terk etmeme yardım etmek

için bana valiz hazırlıyordu. Uçak biletini hatta beni havaalanına götürecek taksiyi bile ayarlamıştım. Ona kocaman sarılarak vedalaştım. İlk fırsatta yanıma geleceğine söz verdi. Bu bir ayrılık değildi çünkü biliyordum. Beklediğimi ve bunca zaman bana özenerek hazırladığı o güzel kahvelerin karşılığını zevkle vereceğimi söyledim sessizce kucaklaşırken.

Havaalanından bir araba kiralamıştım. Gündoğan’a sürdüm. Camı açtım saçlarımın rüzgarda dağılmasını umursamayarak. “ Bir de şarkı gerek şimdi” dedim ve açtım şansıma ne gelirse… Vira Vira! Kıvrılan yollarda Yeni Türkü’nün umut dolu melodileri bana arkadaşlık ederken yüreğim pır pırdı.

Bembeyaz evin denizci mavisi kapısını çalarken de öyleydi kalbim. Babaannem karşısında beni gördüğünde de… Ufalmış bedenine sarılırken mutluluktan ne kadar yoksun kaldığımın farkına varmıştım. Şefkatten, sevgi içerikli dokunuşlardan, insan olmaktan hatta… Şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmış halde dört döndü önce. “Ah be kuzum be, haber verseydin bari, hazırlık yapardım! Ah İpek ah! Bak ne yapacağım şimdi sana ne hazırlayayım ben bilemedim ki kızım…” diye hayıflanmalarına cevap yetiştirmeye çalışırken çoktan sofrayı kurmaya başlamıştık bile. Zeytinyağlı börülcesinden, ev yapımı ekmeğine kadar zaten vardı her şeyi küçük mutfağında. “Bir çay koyalım yeter be babaannem” dedim. Bir ara ben “ekmekleri kesmesem de koparıp yesek?” diye sorduğumda elindeki çatalları tezgaha bırakıp, dönüp şöyle bir baktı dikkatlice yüzüme. Röntgen cihazından geçmiş gibiydim o an. Dudaklarımın içindeki etleri kemirmeye başlamıştım. “Ne oldu sana be yavrum?” dedi.

“Ne olmadı ki babaanne… benliğimi kaybettim ben. Duygularım kemirildi, parlak ışıkların içinde renklerimi yitirdim. Buraya sana geldim. Ellemekten, bozulmasın diye dokunmaktan korkmadığım bir hayat değil kucaklaşabileceğim bir hayat için geldim. Toprağa basmaya, çiçek ekmeye, seninle birlikte zeytin toplamaya, begonvillerini büyütmeye, denizden dönünce kumlu ayaklarımızı bahçedeki muslukta yıkamaya, okuduğumuz kitapları birbirimize övmeye, karpuzların çekirdeklerini atmayıp toprağa sokuşturmaya, sana sarılıp uyumaya geldim” demedim o an. Sadece “anlatırım” dedim. Anlatacaktım elbet ama önce denize karşı kurduğumuz minik, mütevazı soframızda, Mayıs ayının tatlı ılıklığında yemeğimizi yiyip hasret gidermeli. Dalları meyvesinin bolluğundan neredeyse yerlere değecek kayısı ağacının altında,İstanbul’un kasvetini Bodrum mavisine boyarken ara ara gözüm babaannemin içten içe sabırsızlandığını gösteren bakışlarına takılıyordu. Gülümsüyordum.

Önüme bir kayısı düştü olmuşlarından. Alıp dişledim hemen. Tatlı suyu yayıldı ağzımın içinde. Oturduğum sandalyeden kalkıp ağacın dibine çömeldim. Elimi, avuç içimi babaannemin kayısısının gövdesinde gezdirdim. Canlıydı, nefes alıyordu, ılıktı, yaşıyordu. Babaanneme baktım, saçlarının kızıllığından eser kalmamıştı fakat mutluydu, hayatta ve benimleydi. Parmak uçlarım ısındı. Ağaç gövdeleri- hissedebilirseniz eğer- sıcaktır.

1 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page