top of page

KARARSIZIM, KARA ARSIZI, SIZIM

Tuba İşcan Özyedierler

Buart Sanat Atölyesi

Hayatta kalmanın ne çok yolu ve çaresi vardı. Ne çok yalanı. Aynı zamanda ne çok doğrusu. Yanındaki iki küçük erkek çocuğu dikkatimi çekmişti. Bu uzun boylu iyi giyimli sarışın adama hiç benzemeyen biri yedi, diğeri on yaşında gözüken, paspal, ayakkabıları boyanmaktan renk tutmaz olmuş, gözlerinde korku ile karışık hırslı bir nefreti görebileceğiniz, çoraplarının lastikleri yıkanmaktan bozulmuş, iki küçük erkek çocuğu. Filikada tam karşımıza oturmuşlardı. İkisi de çok tembihlendiklerini belli eder şekilde adamın ellerini sımsıkı tutuyordu. Adeta zamkla yapışmış ellerin aksine gözleri sadece birbiriyle konuşuyordu.

Seda teyzenin çocukları değil de adamı fark ettiği, daha doğrusu başka hiçbir şeyi görmediği açıkça belli oluyordu. Seyahatine hava atmak için çıkmış olduğu parmaklarına taktığı sayısız yüzükten belli olan orta yaşlı tombul kadın gelip oturmamış olsa, Seda sonradan “John” diye isimlendirdiğimiz bu adamın yanına fırlayacak, muhtemelen de kucağına oturacaktı.

“Ne hoş bir kahraman” diye kulağımın içine fısıldarken bile derin bir iç çekiyordu.

“Koyun can derdinde, kasap et” dedim.

“Ne yapayım yani, hem senin de strese girmemen lazım.”

Baban söylenmişti aslında “Hamile hamile nereden çıktı bu yunan adaları gemi seyahati” diye. Ama ben dinlememiştim. Herkesin külahı kendine.

“Tatlım, çocuk doğunca tıkılıp kalacağız dört duvara, hem son kez bir kız kıza tatil yapalım” dedim, “Ne oldu kıskandın mı?”

“Ne kıskanacağım ya” diyerek konuyu kapatmıştı.

Bu da sana ileride anlatacağım ‘erkekleri yönetme sanatına’ giriş dersi olsun. Baban kıskançlığa prim vermekten hiç hoşlanmadığı için, konuyu bir daha açamamıştı. Kız olacağını henüz bilmiyorum ama hissediyorum.

O gece sen de üşüdün mü, hiç bilemeyeceğiz. Temmuz ayının ortasıydı, ben henüz üç aylık gebe olduğumdan sıcak basmaları da başlamamıştı. Gündüzleri deniz, güneş, egenin ılıman havası iliklerime işliyordu, geceleri güvertede hafif bir şalla salınsam yetiyordu ama denizin ortasına indirilen bu filikada ya korkudan ya boşluktan ya da karanlıktan içime bir ürperti çökmüştü. Yangın çıkmıştı, dumanlar gözüküyordu, ne kadar ciddiydi, bilmiyorduk.

Kamarada geceliklerimizi giymiş, Seda ile günün son kritiğini yapıyorduk ki gemide bir alarm ve her dilde tekrar eden anons silsilesi başladı. Teyzen hemen sırt çantasına pasaportlarımızı, cüzdanlarımızı, telefonlarımızı koydu. Sonra bana da plaj çantasını vererek içine çok değerli bulduğu bir kaç giysiyi tıkıştırdı. Doktor olmanın verdiği büyük bir soğukkanlılıkla, görev insanı olarak kalan eşyalarımızı da bavula tıkıp yatağın altına itti.

“Büyük ihtimalle tatbikattır ama yine de yağmacılara yeni aldığım bikinileri kaptıramam” demişti.

Odadan çıktığımızda koşuşan insanlarla karşılaşmış, güruhu takip ederek güverteye ulaşmıştık. Gemide çıkan yangın yüzünden asansörler çalışmıyordu, Allah’tan paraya kıyıp yukarı kamaralardan kiralamıştık.

Güvertede paniği hizaya sokmaya çalışan gemi personeli İngilizce

“Önce çocuklar ve kadınlar” diye bağırıyordu.

Hiç kimse ne acil toplanma noktasını ne de binmesi gereken filika numarasını hatırlıyordu. Yolcular ağlıyor, koşturuyor, birbirine takılıyor, düşüyor, eziliyordu. İnsanlıktan çıkmış, kümes kapısını açık bulmuş tavuk sürüsü gibi etrafa dağılmıştık. Kiminin bir umut hazırladığı tekerlekli bavullar da oradan oraya kayıyor, mal peşinde ve can peşinde koşanlarının telaşını artırıyordu. Bir köşede can yeleğini paylaşamayanlar, yumruklaşmaya başlamıştı. Az önce elinde şampanya kadehi tutanlar şimdi savaşıyordu. Ben sakin kalmaya çalışıyordum. Senin için, bizim için sakin olmalıydım. Çocukları ile gelen kadınlar filikaları dolduruyordu, çocuksuz olanlar eşlerini bırakmak istemiyordu. Bazı yaşlı çiftler, geminin cephesine dayalı banklarda sakin bir teslimiyetle oturmuş, sorgulamadan, el ele olan biteni izliyordu.

Tabi ki plaj çantasını kabul etmediler. Ellerimize tutuşturdukları birer pet şişe su ile zar zor sırt çantamızı alarak bindik filikaya. Halatlar bizi yavaş yavaş denize indirirken veda ettiğimi hissediyordum. Denize, güneşe, tatile, şimdi İstanbul’da habersizce yatağında uyuyan babana, anneannene, dedene… İki kızlarını birden kaybedemezler ve ben de seni…

Tüm olası gelecek senaryolarını yaşıyordum zihnimde. En kötüsü de Seda ile yan yana dikilmiş mezar taşlarımızın başında ağlayan annem. Gözlerim istemsizce doluyordu.

“Yine panik kabuslar kurma içinden, daha karadan ayrılalı üç dört saat oldu. Kurtarma gemileri ve helikopterler çabucak gelecektir” derken Seda elimi sımsıkı tutuyordu, tıpkı karşımda oturan esmer çocuklar gibi. Gülümsemeye çalıştım. Umut etmek zorundaydım, içimde geleceğin bir parçasını taşıyordum.

Şirin görünme çabası ile çocuklara isimlerini de sormaya çalıştı teyzen. Hem gemiden çok da uzaklaşamamış filikaların dalgalarla kavgasına kafa yormaktan daha iyiydi. Türkçe denedik, İngilizce denedik cevap alamadık. Kız kardeşim sırt çantasından çıkardığı gofreti uzatınca

“Şükran” diyerek kaptı küçük olan. İkiye böldü yarısını abisine uzattı. Tatlının verdiği geçici mutluluk yayıldı dudaklarına. Çocuk olmak, temiz, saf, sorgusuz mutlu olmak…

John kayıktaki gemi görevlisi hariç tek erkekti ve hiç ağzını açmadığından bizim için dilsizdi.

“Kasları konuşsun yeter” demişti Seda.

“Çıkarcı ne olacak”

“Neden öyle söyledin şimdi?”

“Filikaya binmek için besbelli çocukları kullanmış.”

“İyi de, o çocuklar da Avrupa’ya gitmek için muhtemelen gemiye kaçak binmişler.”

Kim kimi kurtarıyordu. Çocuklar adamı. Orası kesin. Peki adam çocukları? Gemideki yangın gerçekten söndürülemeyecek boyutta mıydı ya da batmasına sebebiyet verecek kadar çok alana ulaşmış mıydı? Sorumlusu kimdi, bulunsa hangi tazminat yitiren canların, kaçan insanların, kaçamayanların, kalp krizi geçirenlerin hatta travma yaşayanların bedelini ödeyebilirdi. Bu yolculuk da hayat gibi, başlangıcıyla değil sonuyla hatırlanacaktı. Göbek havası ile başlayan düğünlerin boşanmayla sonuçlanacağını kimse bilemezdi. Bilinse bu gemi yolcusuz çıkardı seyrine. Belki sadece bu iki küçük esmer çocukla…

Var olma savaşı veriyorduk. Bir doktor, bir hamile kadın, yüzüklü tombik bayan, züppe John, iki küçük çocuk ve karanlıkta net seçemediğim diğer onaltı adsız kişi, tüm statü-yaş-ırk-cinsiyet ayrımlarından uzak, karaya çıkmayı hedefliyorduk. Aynı dili bile konuşmayan, ayrı coğrafyaların insanları, aynı hedefe kitlenmiş, eşitlenmiştik. Hepimizin zihninde geride bıraktığımız bir eşimiz, ailemiz, çocuğumuz, dostumuz belki de dönüşümüzü bekleyen bir kedimiz vardı. Sadece bu çocukların dönüşünü kimse beklemiyordu…Çoktan geçmişle vedalaşmış, kurtuluş için kendi öykülerini bu yaşta yazmaya başlamışlardı. Artık dumanı uzak bir karanlıkta belli belirsiz seçtiğimiz gemiden ayrılış hikayemiz bitmiş, karadan gelen kurtarma gemilerin yoğun ışıkları ile aydınlanan gecemiz başlamıştı.

İnsanlar karaya adımı attıkça geride bıraktıklarını hatırlayacaklardı. Seda bikinilerine yanacak, tombul kadın eşini merak edecek, tayfa birlikte ter döktüğü arkadaşlarını düşünecekti. Can kurtulmuş sıra canana gelmişti. John ceketinin iç cebinden çıkardığı bir miktar parayı büyük olana teslim edip elini sıkmış, ağzını bile açmadan başıyla selamlayıp yanlarından uzaklaşmıştı. Büyük çocuk taşıdığı naylon poşetten çıkardığı beze sardığı parayı gömleğinin içine yerleştirmiş ve küçük olanın elinden tutarak şehrin karanlığına doğru yürümeye başlamıştı.

John kurtarıcılarına yeterli bir bedel ödediğini düşünerek, adını doğrulatmak için karada bulunan ekibe doğru içi son derece rahat adımlarla yürümüştü. O gece paniğe kapılanlar hariç, gemide yaralanan ya da ölen olmamıştı. Sadece gemiye hiç binmemiş iki küçük çocuk kayıptı ve suçlusu tüm insanlıktı.

1 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page