Müge Ceyhan
Buart Sanat Atölyesi
İlkin kahverengi, beyaz lekeli kulaklarını kıpırdattı göz göze geldiklerinde. Burun delikleri bir daralıp bir genişledi. Kuyruğunu sallamaya başladığında, Ümit elini uzattı yavaşça. O da karşılık olarak burnunu küçük parmaklı ele iyice yaklaştırdı. Ayağa kalksa, çocuğun boyunu geçecek kadar iri bir hayvandı. Fakat yaşının verdiği dinçlikle oldukça hızlı ve hareketliydi de. En ufak, ani harekete duyarlı, keskin reflekslere sahip olmasına rağmen, çocuk dakikalardır elinde oynadığı dal parçasını fırlatıp yürümeye başladığında, bir an kararsız kalsa da dal yerine onun peşinden gitmeyi tercih etmişti. Yan yana yürümeye başladılar. Hızını öyle dozunda ayarlıyordu ki ne çocuğu geçiyor ne de gerisinde kalıyordu.
Henüz birkaç gün olmuştu buraya taşınalı. Çok uzaklaşmamasını tembihleyen annesini dikkate alarak yalnızca yakın çevreyi keşfetmiş, evlerini gözden yitirmeden keşfettiği küçük oyun alanlarında oynamaya başlamıştı. Etrafta tek tük ev vardı ve çok az da çocuk. Olanlar da zaten bahçelerinde vakit geçirmeyi tercih ediyordu.
“Buradan ilerisine hiç gitmedim” dedi yeni arkadaşına bakarak. İkisi de adım atmayı bırakmış, etrafa bakınıyorlardı. Köpek, çocuğun sesini duyunca kulaklarını dikleştirmiş, gözlerini yüzüne kilitlemiş, hızlı hızlı ses tonunu kokluyordu adeta. Hayvanın bu hali hoşuna gitmişti. Aralarındaki iletişimi güçlendirmek adına ona bir isim düşünmeye başladı. Tam o sırada köpek, kuyruğunu sallamayı kesip dimdik ileriye doğru gerginleştirmiş, başını yukarı doğru kaldırıp, kesintisiz şekilde havlamaya başlamıştı. Soluması hızlanmıştı, ara ara çocuğa bakıp bir şeyi göstermeye çalışır gibi ona bir yakınlaşıp bir uzaklaşıyordu. Baktığı yöne kafasını kaldırdığındaysa ağaçtaki kargayı görüp gülmeye başladı.
“Ona ulaşman mümkün değil” dedi.
Çocuğun ağzından çıkanları dinledikten sonra havlamasına kaldığı yerden devam etti.
Tam o esnada yukarıdan bir şey düştü yere. Otların arasına bir hamleyle atlayan köpek, ağzına aldığı avuç içi büyüklüğündeki şeyi oğlanın ayaklarının arasına koyup yere uzanıp beklemeye başladı. Hayvanın gözlerini yukarı doğru kaldırarak bakarken nasıl sabırsızlandığını görebiliyordu.
“Ah! Bu koca bir ceviz! Yemek ister misin?” Çömelip, yakınlarında bulduğu bir taşla sert ceviz kabuğuna iki kez vurarak kırmayı başarmıştı. Bu, yeni arkadaşıyla paylaştığı ilk yiyecek olmuştu. Heyecanla gözlerini açıp karşısında uzanan ve verdiği cevizi afiyetle yiyen köpeğe, “Senin adın Ceviz olsun mu?” diye sordu.
Sesindeki heyecanı hissettiğinden olsa gerek, güçlü ve tek hecelik bir havlamayla karşılık veren köpek durumdan hoşnut gibiydi.
“Fakat duyduğuma göre kargalar çok kindar olurlarmış ve hiçbir şeyi unutmazlarmış, biliyor muydun bunu? Şimdi biz onun yere düşürdüğü cevizi yedik. Peşimize düşebilir. Bence bir an önce buradan tüymeliyiz dostum!” dedikten sonra aynı anda koşmaya başladılar ormanda. Bir ara Ceviz hızlanıp öne geçti. Oğlan arkasından seslendi, “Ceviz! Beni bekle! Heey! Sana yetişemiyorum, yavaşla dostum!”
Ağaçların bitip çakılların başladığı bir yere çıkmışlardı. Önlerindeki durgun mavilik bir anda yüzünü güldürmüş ve onu heyecanlandırmıştı. “Vaoovv! Sen buraya daha önce gelmiş miydin?” dedi. Köpek bir an durup ona bakıp kısa kısa havladı yine.
“Çok uzaklaştık Ceviz! Burada olmamam gerekir. On yaşındayım ama ne yazık ki hâlâ izin almam gerekiyor. Annem öğrenirse buralara kadar geldiğimi, çok kızar bana!” dese de çevresine bakınca kıyıya çekilmiş eski kayıkları fark etmiş, birkaç saniye içinde tedirginliği geçmişti. Burnuna yemyeşil bir huzur kokusu geliyordu. Yosundu bu aslında. Nedense sakinleştirici bir kokuydu.
Çakılların üzerine dağınık şekilde serilmiş balıkçı ağları ve biraz kuytuda kalmış, küçücük bir baraka vardı. Sakin dalgaların taşlara çarpan sesini dinlerken, gittikçe yakınlaşan sarı çizmelerin çıkardığı çatırtıyla aniden irkildi. Ceviz’in kuyruk sallayarak adama doğru yaklaşmasını izledi.
Adam babacan bir ses tonuyla köpeğin kulak diplerini kaşırken “N’aber ahbap?” dedi. Başını kaldırınca da oğlanla göz göze gelmişlerdi. “Ah hoş geldin çocuk! Yeni taşınan birilerinin olduğunu duymuştum geçen, yoksa o siz misiniz?”
“Sanırım… Başka taşınan var mı buralarda bilmiyorum ki” dedi kollarını iki yana açıp beden diliyle de ‘bilmiyorum’ diyerek.
Kafasını geriye doğru atarak “Hahahah!” diye koca bir kahkaha patlattı balıkçı. Ardından meraklı mavi gözlerini çocuğa dikip sordu, “Pekiii, balık almaya mı geldin bakalım? Buraya genelde çevre sakinleri taze balık için gelirler.”
‘Hayır’ anlamında kafasını salladı bu kez de.
“Adın nedir çocuk?” “Ümit. Peki sizin isminiz ne?”
“Oğuz, benim adım. Memnun oldum.”
“Ben de öyle.”
Çocuğun gözlerinin, elinde tuttuğu oltalara kaydığını fark eden balıkçı, “Balık tutmayı sever misin?” diye sordu.
“Hiç tutmadım ki…”
Derme çatma, yer yer gıcırdayan ahşap iskelenin ucuna doğru ilerlerken tatlı bir sohbete dalmışlardı. Orayı burayı koklayarak merakını gideren Ceviz de peşlerine takılmış sessizce onlara ayak uyduruyordu.
Adam ne yaptığını bilen nasırlı elleriyle balık tutma hazırlıklarını ustaca ve kısa sürede tamamlamıştı. Bu hareketleri hep aynı sırayla yapıp yapmadığını merak etti Ümit.
“Sen de denemek ister misin evlat?” diye sordu, açılır kapanır kumaş sandalyesine otururken.
“Evet, ama ben kendi oltamı kendim hazırlamak isterim” der demez koşarak uzaklaştı. Ceviz de onun peşinden fırladı. Balıkçı ağaçlıkların arasında kaybolan çocukla köpeği keyifle izlerken masmavi bir huzur duydu yaşlı kalbinde. Eskilerden
kalma, naftalin kokulu bu duyguyu elinde tuttuğu sabır simgesi misinalara bağlamış, Ege’den kalma bir türkü tutturmuştu.
Yer değiştirmekte ısrarcı bulutlar, denizin renginde karar vermekte zorlanmasına neden oluyordu Ümit’in. Yaklaştıkça ton ton değişiyor, güneş ara ara kendini gösterince de parıltılar yağıyordu sanki suya. Elinde bir dal parçasıyla adamın yanına vardıklarında “Oğuz Amca, misinandan biraz kullanabilir miyim?” diye sordu.
“Elbette evlat elbette, al bakalım. Demek bu dal parçası az sonra bir oltaya dönüşecek ha? Buradan istediğin kadar al. Bak bu da iğnen. Takmamı ister misin?”
Birkaç saniye balıkçının kupkuru parmakları arasında tuttuğu minik olta iğnesine baktıktan sonra, olabildiğince kararlı bir sesle, “Hayır, oltama iğne takmayacağım, balıkların canını yakamam ben” dedi.
Balıkçı şaşkınlığını gizlemeden, “İyi de nasıl balık tutacaksın peki iğnesiz?”
“Belki bir balık bana kendi isteğiyle gelir” dedikten sonra yanında gayet huzurla yatan kahverengi köpeği gösterdi, “Hem o da bana kendi geldi.”
“Haklısın çocuk, hadi al bakalım şu tabureyi de gel otur yanıma” derken gözüyle işaret etti küçük ahşap tabureyi.
Bir süre sessizce beklediler. Ara ara derin iç çekişlerle sessizliği bozan Ceviz oldu. Yattığı yerden, iki ön patisinin üzerine yerleştirdiği başını hiç kaldırmadan, gözleriyle bir balıkçıya, bir Ümit’e bakıp uykusuna kaldığı yerden devam ediyordu. Ceviz’le göz göze geldiği o anlardan birinde Ümit, “Oğuz Amca, bu köpek sizin mi?” diye sordu.
“Bana ait değil. Buralardayken besliyorum onu yalnızca. Sahibi olsaydı tasması da olurdu sanırım. Fakat görüyorum ki seni çok sevmiş…”
“Evet, ben de onu çok sevdim. Akıllı bir köpek. Hem artık adı da var; Ceviz!” der demez kulaklarını havaya diken hayvan bedenini hiç kıpırdatmadan kuyruğunu keyifle sağa sola sallamaya başladı. Ümit köpeğini artık daha farklı, sahiplenici bir gözle incelerken yaşlı arkadaşına bir daha sordu, “Sence şu an ne hissediyordur? Yani… Kendini yalnız hissediyor mudur? Ne bileyim, hani bazen kendi evinde bile olsan korkabilir, çok yalnız hissedebilirsin… Değil mi Oğuz Amca?”
Balıkçı fark ettirmeden, yan gözle, yanında büyük bir ciddiyetle iğnesiz oltasını denize bırakmış balık bekleyen, içi büyük, boyu küçük çocuğu süzerek sakin sakin cevapladı, “Bence Ceviz şu an çok huzurlu görünüyor. Ama o da herkes gibi korkmuştur elbet bazı zamanlar. Ve belli ki henüz yetişkin bir köpek değil. Kendini yeterince güçlü hissetmediği zamanlar olması çok normal. Bazen çok kalabalık yerlerde bile yalnız ya da kimi zaman çok zayıf hissettiğimiz olur, öyle değil mi? Peki artık onu sahiplendiğine göre Ceviz’in ne zaman kötü hissettiğini anlayabilirsin değil mi?”
“Sanırım öyle, onunlayken ne kadar mutlu olduğumu, ondan hiç sıkılmadığımı hissettirirsem, o da kendini hep iyi hissedecektir! Mesela bana bir şeyler anlatmak istediğinde onu can kulağıyla dinleyeceğim. Ona hiç vurmayacak, canını yakmayacağım. Çünkü canını yakarsam bana her baktığında o anı hatırlayıp çok üzülür. Hata yaparsa, mesela evde istemeden bir şeyleri kırarsa ona yine de kızmayacağım. Onun kalbini kırmak istemem çünkü. Bir de gece korktuğunda
benimle yatmasına izin vereceğim. İşte o zaman benimleyken hep mutlu olur değil mi?” dedi çocuk coşkuyla.
Yaşlı balıkçı, çocuğun gözlerindeki coşkunun gerisinde biriken yalnızlık duygusunu, boşluk hissini o kadar net görebiliyordu ki… Bas bas bağırıyordu karşısında aslında. Buna nasıl kayıtsız kalınabilirdi ki? Bu çocuğun deneme yanılmalarla oluşturmaya çalıştığı kabuk daha şimdiden yara bere içindeydi. Bazılarında, ailede edinilmiş korunaklı kabuklar kendini farklı şekillerde belli ederdi. Bu çocukta o yoktu. Ve belli ki doğru kararlar vermeyi erken yaşta öğrenmek zorundaydı. Yalnızlık hissi şimdiden ruhuna çöreklenmiş, ilmeklerini çoktan atmıştı. Aile bağlarındaki eprimişlik, sonraki nesillerde kendini ne çok hissettiriyordu. Bunu görememek için kör olmalıydı insan. Bir anda çıkagelip, acılarını gömdüğü toprakları eşelemiş, ruhundaki yaraların kabuklarını küçük elleriyle kaldırmıştı bu velet. Unuttuğunu sandığı her şey hep bir ağızdan ayaklanmış, isyan bayraklarını çekmiş haykırıyorlardı.
Sevgiyle baktı oğlana. Hafif esen rüzgârda ince telli, uçuşan sapsarı saçlarına tezat kocaman kahverengi gözleriyle o da ona bakıyordu.
“Sence Ceviz şu an mutlu mu evlat?”
“Bence çok mutlu” dedi yanağındaki minik gamzesini gösteren bir mimik yaptı ve ekledi, “Buraya sık sık gelmek isteyebilir diye düşünüyorum. Kendini hiç yalnız hissetmiyor gibi.” Gelecek tepkiyi tartmak istercesine balıkçıya dikti gözlerini. Merakla bekliyordu.
Fakat o sırada uzaktan bir yerden kendi ismini duyunca irkildi bir anda. Annesi ona sesleniyordu. Panikle, “Eyvah! Ben buraya gelirken anneme haber vermemiştim. Şimdi gitmeliyim!” dedi.
“Haydi, anneni daha fazla merakta bırakma. Ve elbette çocuk, tabii ki onu getirebilirsin. Hem ben de çok sıkılıyorum tek başıma burada. Ailenden izin al ve öyle gel, bekliyor olacağım seni.”
Çocuğun köpeğiyle beraber uzaklaştığını izledi. Bedenleri kaybolmuştu ağaçların arasında fakat seslerini duyabiliyordu. Oltası kıpırdamaya başlamıştı. Makarayı kendine doğru çevirdi hızla. Tuttuğu balığı iğnesinden çıkarırken, çırpınıp mücadele eden hayvana karşı bir garip hissetti kendini. Sanki içinde bir yerlerde yıllardır kıpırdamadan duran ağır sandık yerinden oynatılmıştı şimdi. Avucunda durmadan eğilip bükülen soğuk ıslak canlıyı yanındaki yarısı su dolu kovaya attı. Gözü yerdeki iğnesiz oltaya takıldı. Bir dilim umut gibiydi sanki o dal parçası.
Comments