top of page
Yazarın fotoğrafıBuart Sanat Atölyesi

Bağda

Yazar: Burcu Tosun

‘’Cool, muhteşem, göz kamaştırıcı’’ demiştim etrafa farklı bir gözle bakarak. Tepeden henüz olgunlaşmamış yeşil yeşil üzümlerin olduğu bağı izlerken zihnimde neler canlanmıştı neler…

‘’Projenin başında olmak çok güzel. Bu boşluk işime gelir. Yapılacak dolu şey var çünkü. Baştan sona inşa etmeye bayılırım. Mimar desteği kesinlikle gerekli… Burası bir nimet. İnanılmaz heyecanlandım’’ diyerek bir yerden diğerine zıplıyordum. Sesli beyin fırtınası açığa çıkarmıştı detayları birden.

‘’Şurada sunum alanı ve hemen gerisinde satış noktası hayal ediyorum. Arka tarafta hikayesi olan bir mahzen. Yan yatırılmış varillerin arasından çıkıp, bir teşhir alanına ulaşıyorsun. Düşünsene… Efendim şarabın yumuşak bir içime sahip olması için meşe fıçılarda bekletiyoruz, aromasını, rengini, dokusunu nasıl etkiliyor bir bilseniz… diye anlatan bir uzman eşlik ediyor. İnce uzun bistro masalarda kadehler, üzüm ve değişik çeşit çeşit peynirler yerini almış. Gravyer, otlu, isli…Raflarda logonun basılı olduğu şarap kutuları ve şişeleri… Dur henüz bunlar başlangıç.. Daha bitmedi. Asıl dış mekan kullanılmalı. Manzaraya karşı bambudan yapılmış keyifli koltuklar ve alabildiğine yeşillik…Senin için uyku arasında kestirmelik bir şezlong ve hamak bile düşündüm. Burada harikalar yaratılır. ‘’ diye çocuk gibi geniş alanda koştururken sessizlik hissetmiştim.

‘’Neredesin?’’

‘’Kendi kendime mi konuşuyorum yahu?’’ diye bakındığımda onu taşevin kapısına yaslanmış ağlarken bulmuştum.

‘’Ay ne oldu şimdi?’’

Bir erkeğin ulu orta ağlamasına alışık olmadığım için tuhaf gelmişti. Hatta ilk defa böyle bir sahne görmüştüm diyebilirim. Burnunu çekerek yanağındaki yaşları silmişti. Derin bir nefes alıp, kaşlarını hafif çatarak,

‘’Dedemden kalan bu topraklarda bambaşka hayallerim vardı. Oğlumla…Onun zamansız gidişiyle yıkıldı gitti herşey. Her seferinde kaburgalarımı sıkıştıran, nefes aldırmayan acıya nasıl dayanacağımı bilemiyorum şimdi’’ demişti.

Söyleyecek tek kelime bulamamıştım başta. Yutkunduktan sonra ‘’ üreterek birlikte aşacağız’’ diye sarılmıştım ona. Birden karşıma; o ketum, güçlü duran adam yerine, elinden en değerli hazinesi alınmış çocuk gibi ağlayan hassas, yumuşak kalp çıkmıştı. Üzgündüm haline. Paylaştıklarıyla dünyasına bir adım daha yaklaşmış gibiydim. Tarçın ve ginger sanki bir şey hissetmiş gibi kulaklarını düşürmüş, kafaları patilerinin üzerinde yatarak bizi izliyorlardı. Neyse ki Alp çabuk toparlamıştı.

‘’İşte bu yüzden cevapların bağda demiştim prenses’’ sözleriyle elimden tutarak üretim tarafına çekiştirmişti.

‘’Yuvayı dişi kuş yapar diye boşuna söylememişler. Düşüncelerin harika. Bu kadar detaylı derinlemesine planlar yapmamıştım. Benim fikirlerimi de dikkate alacak mısın?’’


‘’Tabii ki materyalleri yaratırken brief almak için ayrı bir toplantı set ederim. Ama işime de karışılmasından pek hoşlanmam’’ demiştim kıkırdayarak. Üzerinde fit oturan mavi yelken desenli bir tişört vardı. Doğal kaya gibi bir taşın üzerine tünemişti. Uzaklara bakarak,


‘’Eğer yaşarsam doksan yaşında bile burada olmak isterim. Benim için çok özel..Hatta buraya gömülmek…’’ demişti uçuşan sarı saçlarını arkaya atarak.


‘’Aslında bu bağın çok eskiye dayanan bir hikayesi var. İnanmayacaksın belki ama dedemin dedesinden önce de burası vardı. Bu topraklarda hep birşeyler ekilmiş biçilmiş. Dilden dile anlatılan masalsı bir yarımada işte. Araştırsam neredeyse Dorlar’a kadar gidebilir köklerim.’’

‘’Knidos’un yerlisisin yani diyebiliriz’’

‘’Evet hem de hası. Doğmadığım halde çok enteresan şekilde aitlik duyduğum yerlerden biri.

Ailemden kalan en değerli miras. Gerçi bendeki manevi değeri yüksek. Bir sabah uyandım ve burayı yaşatmalıyım dedim kendi kendime.’’


‘’Çok etkileyici. Kesinlikle sahip çıkmalısın. Hatırladıklarını mutlaka reklam ajansına da anlat. İlham veriyor.’’ demiştim duygusal halini süzerek.

Üzümlerin arasına girmişti. Tarçın da peşinde.

‘’Gelsene bu tarafa. Üzüme dokun. Tadına bak. Hisset…Önce üzümü tanımalısın’’

Anlatırken kendinden geçiyordu. Kara üzümden kaçıncı günde beyaz, hangi günde rose şarabı elde ettiğini söylerken, bir eğitim gördüğünü farketmiştim. Bir Fransa geçmişi olduğu besbelliydi.

‘’Hatta birkaç dönüm daha yer ayarlayıp, burada da sınırlı Merlot üretmek sonraki planım. İlk kazandıklarımı bir süre yatırımlara harcayacağım. Öyle görünüyor. Ne dersin?’’

‘’Katılıyorum sana’’ derken heyecanını hissetmiştim. Yeni bir şey üretmenin, yaratacak olmanın şarhoşluğu ile anlatıyordu.


Yokuş bir yerdeydik. Yukarıdan aşağıya doğru uzanan bağ huzur vermişti. İkimize de… Döne döne çıktığımız alanda taş evin içinde, fıçılar arasında Fransa’nın güneyinde gibiydim. Son Carcassonne ziyaretimden hatırladığım şato havasını içime çekercesine. Yeni bir umuttu burası… Hiç beklenmeyen iyilikler doğuracaktı belki de kimbilir?

Rüzgarın adresindeydik. En tepede fır fır baş döndüren deli rüzgar çıkmıştı yine. Saçlarımı savurdu sersem edercesine. O mekanı çok iyi tanıyordu. ‘’Bu mevsimde saat onbirde esinti çıkar ve akşam yedi gibi durulur’’ demişti tecrübeli tavrıyla.

Konuşurken bir tabure bulup tünemiştim. Tarçın da ayaklarımın dibine yatmıştı. Çıplak ayaklarımı yumuşak tüylü sırtına dayamıştım. Masaj yaparcasına dolanıyordu parmaklarım. Herkes memnundu halinden…Kulağım Alp’teydi.

Elini uzayan sakallarında gezdirirken sesli düşünüyordu.

‘’Benim için de daha fazlası var. Projelerim çok...Tepeden yüzüme rüzgar her çarptığında tokatlanıp da aklım başıma gelircesine birşeyler yanıyor beynimde…Planlarımdan biri de dünyanın dörtbir yanından gelen öğrencilerle çalışmak. Bildiklerimi aktarmak, birilerine faydalı olmak, hayatlarına dokunmak ve karşılıklı kazanmak. Burayı unutulmaz kılmak istiyorum.’’ diye devam etmişti.


‘’Babamla hiç benzemeyiz. O memurdu ve bu bölgeyle, bu tip işlerle hiç ilgilenmedi. Zaten elinden de gelmezdi böyle şeyler…Pısırık damgası yiyip uzak durmayı tercih etmişti. Erkek rekabeti mi desem? Ego mu? İktidardan kaçış mı? Dedemle hep kavga ederlerdi bu konuda. Bir türlü sevemedi. Belki de bu yüzden beni alıp gelirlerdi büyükannemle birlikte…Çok eskiden yazlık olarak kullanmışlardı taşevi. L.A.’de iken bile bura ile nasıl bir bağlantı kurarım, ne yaparım diye kafa yorardım. Ama kara tarafında kalmayı, denizden uzak olmayı hiçbir zaman düşünmedim. ‘’


‘’Uzak mı?’’

‘’Evet. Denizin üzerinde yaşayan biri olarak yolun diğer tarafı bana uzak şekerim. Hele hele bu tepeden mavilikleri görememek hiç uygun değil yeni hayatıma. Çalışacağım yer diye konumladım bağı. Akşam koya geri dönmeliyim. Uyuyabileceğim nokta deniz kenarı, iyot ve yosun kokulu evim ya da kamaram’’ demişti gayet emin ve kararlı. Koyun en uç noktası benim için ‘’Lordlar kamarası’’ sanki. Dünyanın hiçbir yerinin Datça’nın bu koyundaki mavi yeşil denizi kadar güzel olabileceğine inanmıyorum. En büyük lüksüm sadelik ve doğallıklar.. İskelenin hemen sol tarafındaki banka oturuyorum ve izliyorum. Millet uyurken o dinginliği hissetmek iyi geliyor. Sadece dalga ve cırcır böceklerinin sesiyle…


Her dakikası ayrı bir güzel. Güneş tam altıyı on geçe dağın arkasından çıkıyor. O anda suyun puslu rengi tarif edilmez. Saat onbir civarında güneş dik gelmeye başlar ve renkler değişir. Hayal bile edemeyeceğin mavinin tonlarını yakalarım kimi zaman. Sonra rüzgar çıkar ve diğer uca geçerim. Dalış, balık avı, kite sörf tüm gün oyalanırım hiç sıkılmadan. Deniz benim herşeyim. Anlatabiliyor muyum?’’


Kafamı sallamıştım evet anlamında.

‘’Aynı şekilde mutfaktaki küçücük penceremin camından görünen mavilik de benim en naif mutluluğumdu’’

Onu dinlerken düşüncelere dalmıştım.

Hayat nasıl da hepimizi başka bir yöne savurmuştu böyle. Akasya Londra’da bulmuştu aradıklarını. Alp Amerika’yı bırakıp koya demir atmıştı. Bense Datça’da kendimi yeniden keşfettiğime inanıyordum.

Bağda dinlenirken Akasya’nın bahsettiği derginin linki düşmüştü mesajlarıma. Beklemeden web üzerindeki sayfalarını çeviriyordum heyecanla…

Sonunda bir yazısı yayınlanmıştı. Kısa bir öyküydü. Acılı çocukluğuna uzanıyordu duyguları yine. Kendi yaşamından kesitler çarpmıştı gözüme. Tüm çıplaklığı ile paylaşmıştı başka bir kahramanın hikayesine gömerek… İçindeki isyanını…Derindeki hislerini… Sahip olamadıklarını… Babasızlıkla yara almış, yarım yamalak allak bullak duygularını yazmıştı. Gerçekti… İlk eldendi yazılanlar…

Dolaysız aktarılan duygulardı. Yüreğinden çıkmıştı çünkü…O yüzden böylesine etkileyiciydi. Bir damla yaş akmıştı yanağımdan. Defalarca okumuştum sıkılmadan.. Heyecanını ve en kuytularında biriktirdiklerini hissederek…Birlikte yürüdüğümüz farklı adreslerden geldiğimiz yoldaki mücadelesini duyumsayarak…


Alp’e de söz etmiştim Akasyanın hobisinden. Yazılarından…yazı ile çıktığı iç dünyasına yolculuğundan… O da beğenerek okumuştu. Ardından bana dönerek,


‘’Ha bu arada hobi deyince yarın sabah altıda tenis dersim var’’ demişti.

‘’Spor disiplinine hayranım doğrusu. Hiçbir kuvvet o saatte beni yatağımdan çıkarıp tenis kortlarına götüremez’’ diye gözlerimi devirmiştim.

‘’Katılmanı beklemiyorum zaten güzelim. Yatakta bulamazsın belki yollara ya da denizlere düşer, ararsan diye haber vereyim dedim’’

‘’İyi ettin… cep telefonunu taşımadığın için seni bulana aşk olsun’’

‘’Olsun… aşk hep olsun...’’


Son Yazılar

Hepsini Gör

ZAMANDAN KAÇAN

ORALETLİ KEK

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page